6 / 9
6 / 9

Gümüş Cevher

Maçka Parkı’yla Nişantaşı’nın apartmanları arasında bir yol. Ne park ne şehir.  Aslında koca ormanlardan daha yeşil, en büyük metropollerden daha kent. Orda, o dar kaldırımda yan yana yürüdüler bir süre, sonra Ses evine girdi. Devam etti adam yürümeye. Yeryüzündeki bu ilk karşılaşmalarında, tanımıyorlardı birbirlerini.

Sonra, tesadüfe bak ki, üç ay bile geçmeden ulu dağın yamacında o köyde, bir hafta sonu etkinliğinde buluştular. Köy dediğin de kızıl kiraz bir yer. Durgun yeşil bir yer. Zeytin dolu yüksek bir yer. Ağaçların hep konuştuğu bir vaha. Kuşlar kuşlar, kuşlar. Savrulan çalılar. Debisi azalan bir çay. Çoğu kerpiç evler. Küçük düzenli bahçeler. Yokuş yokuş, dar bir sokak.  Aman diyeyim çok asabi bir köpek.`

Ses uzun saçlı, uzun boylu, açık tenli bir kadın. Hızlı adımlarla yürüyen sakin biri. Aklı hep karışık yine de. Nişantaşı’nda birbirlerine tesadüf ettikleri gün kulpu kopan çantasını elinde taşıyor. Zorlanıyor ama seviyor da böyle taşımayı bir taraftan, sanki ona ayrı bir hava katıyor.

Adam oysa kendinden çok emin. Biliyor her şeyi. Herkese öğretecek kadar biliyor. En çok da Ses’e öğretecek. bunu kendine görev bilecek. Soran oldu mu ki?

Tekrar köy, ilk karşılaşma. Meydanda uzaydan bile görülebilen devasa bir ateş.  O kadar harlıydı ateş, öyle güzeldi ki renkler, etrafındaki herkesi kalbi sıcacık aydınlandı. Kocaman alevlerin, mavi kırmızı gölgelerin en çok  ikisinin yüzünü sarmalayıp aydınlattığı o karanlık gecede, yüzlerce insan arasından göz göze gelip gülümsediler birbirlerine. Allahım ne mucize!

Ay doğdu birden gökyüzünde. Işıldayarak gülümseyen kocaman bir ay, tabii her zamanki hüznüyle. Öyle heybetli indi ki ışığı yeryüzüne, saygısından sönüverdi ateş. Zifiri karanlıkta kocaman ışıklı bir yol vardı şimdi Ses’in ayaklarının dibinden gökyüzüne. Başını kaldırıp bakınca, hatırladı o an, aniden. Hayat bastığı topraktan, baktığı yerden ibaret değil. Başka yollar, başka bir boyut var. Gökyüzü var!

İstanbul tekrar, Kadıköy’de bir ev. Adam’ın içindeki ateşi beslemek için Ses’in hep odun taşıması gerek. Kocaman odunlar. Çünkü o ateş çok açtı, acıktıkça acıktı. Ses onunla tanıştıktan sonra  ona yetişmeye çalışmaktan, çok büyüdüğünde ateşe su ile koşmaktan çok yorulacaktı.

Ses bir sabah aynada kendi yüzüne tesadüf edince anladı, başkasının yangınına yetişmeye çalışırken kendi içinde kül bile kalmayacaktı. Zaten gittikçe küçülmüştü sesi, yer açmak için adamın yangınına, belki dedi böylece yakmaz beni.

Kadıköy’deki o evde, yeryüzünün bu koordinatlarında Ses de adam da kocaman ağaçlar gibi yalnızdı, ama dilsizdi yalnızlıkları, lisanı yoktu. İstekleri konuştu durdu uzunca zaman, bir de şikayetleri. Duygulara hiç sıra gelmedi.

Halbuki doğduklarında bir gümüş öz vardı ikisinin de kalbinde, serinliğiyle kalbe ferahlık  veren,  parlaklığıyla en karanlık gecede bile yol gösteren, kaybedersen  yolunu, seni evine kadar götüren. Kimse öğretmediğinden bakmayı o cevhere, korkup saklamışlardı evde bir kutuya, o kadar uzun zaman olmuştu ki unuttular yerini. O da içerledi, boyut değiştirip başka bir evrene geçti. Kim bilir nerelerdeydi? Ses’in hayatı hep onu arayarak geçmişti.

Bir kıyametin içinde kalmışken ikisi Kadıköy’deki o koca salonun ortasında, Ses artık su taşımak istemedi o yangına.  Ama çok yandı ikisinin de canı. Acıyla kavrulurken kalpleri o gümüş hazine şimdi ferahlık vermez miydi?

Kıyametler koparken ikisinin arasında birden salonun o koca penceresinden doğdu ay, süzüldü o gümüş yol olanca ışığıyla yine Ses’in ayak ucuna:s:

– Ay koca ay, sen mi geldin?

– Hep gelirim ben

– Ama, ama yeryüzüne iner miydin?

– Ben her yerdeyim

– İlk defa gözümü alıyorsun ama

– İlk kez başını kaldırıyorsun

– İlk kez bu kadar parlaksın

– İlk kez yüzünü bana dönüyorsun

– Tanıyorum sanki seni…

– İnsan içinden kopanı hiç bilmez mi?