Samatya’da bir meyhanenin ortasındayım. Yanımda tanışalı henüz çok vakit olmamış bir grup insan var. Anason kokusunu alıyorum, duvardaki tabloları inceliyorum, diğer masalarda akan muhabbeti ve neşeyi izliyorum. Bir yandan ortamı izliyor, diğer yandan dışarıdan bir göz ile o ortamdaki kendimi izliyorum. Hızlı bir göz gezdirme ile “Bana bakan var mı?” diye yokluyorum. Sokağa atılmış, uzun, beyaz ve kalabalık bir masadayım. Bugüne kadar bu hayattan keyif almak için ihtiyacım olmadığını düşündüğüm belli başlı yasaklar gözümün önünden geçiyor. Denizi, rüzgarı, müziği, bisiklet sürmeyi, karanlıkta sokaklarda olmayı düşünüyorum. Çok fazla güldüğümde ağzımı kapatarak bir önceki “boş bulunuşumu” telafi etmeye çalıştığım, sesimi düşürmeye, mimiklerimi olabildiğince kapatmaya, yüzümü ve tüm vücudumu kontrol etmeye dair edindiğim refleksler bir yelpaze gibi açılıyor önüme. Müziği duyuyorum, kahkahaları duyuyorum, nihayet derin bir nefes alarak oturduğum sandalyede saatlerdir kaskatı durduğumu fark edip ağrıyan omurgamı sandalyeye yaslıyorum.
Samatya’da uzun bir masa. Hayatımın ilk 30 yılında sadece politik maskelerimizi kuşandığımız mücadele alanlarında dokunduğum fakat yaşama birlikte katılmayı hiç denemediğim bir grup yeni insanlayım. Alışık ve ait oldukları bir yerde olmanın getirdiği rahatlığı, esnekliği, neşeyi ve aleladeliği görüyorum. Anılar paylaşılıyor, telefondan eski fotoğraflar açılıyor ve anılara dair sohbetler renkleniyor, tüm fotoğraflar o akşam o masada birlikte olmamızın Türkiye gibi kutuplaşmış bir toplumda ne zor fakat ne güzel bir kırılma olduğunu yeniden söylüyor. Bu kırılmanın sadece benim dünyamın fay hatlarından geçip geçmediğini, sadece benim dünyamı ters yüz edip etmediğini ise henüz göremiyorum. Üstelik Samatya’dayım, bu masaya Agop amcanın vaftiz malzemeleri satan ufacık dükkanının, Eleni’nin dikiş atölyesinin önünden geçerek geldim. Bu topraklarda başlarına geleni, olanı biteni kitaplardan okuduğum, yaslarını kalbimde hissettiğim, tarih adına utanıp mahcup olduğum ve nerede toplanıp neye meydan okuyorlarsa orada sessizce meydan okumalarına dahil olduğum insanların evlerinin önünden aynı sessizlikle geçerek geldim. Zihnimde onlardan habersiz bir şekilde onlara bu kadar yaklaşmışken, yaşam alanlarımız, çocuklarımızın gittiği okullar, gerçek bir karşılaşma yaşayacağımız tüm eşikler bir o kadar uzak kalmaya devam etti. Tıpkı şu an aynı masada oturduğum “yabancılar” gibi.
Her şey bir belediyenin el değiştirmesi ile başladı. Esasında; dışarıdan bakınca içlerinde hiç ayrık otu gibi görünmediğim bir grup kaybetti ve içlerinden kolaylıkla seçilebileceğim bir grup “yabancı” kazandı. Farklılığı ve benzerliği politik idealler, etik ve toplum tahayyülü üzerinden tanımladığım için, bu fani hayatı yaşama biçimi ve alışkanlıklara dair farklılık veya benzerliklerin “biz” e bir şey yapamayacağını düşünürüm. O masaya dahil olurken de böyle bir “biz” anlayışına yasladım kaskatı omurgamı. İdealleri paylaşanlar yaşamı da paylaşabilsin niyeti ile oturduğum o masada, tam karşıma da düşük ritimli fakat sürekliliği olan bir huzursuzluk oturdu.
Yanımıza tüm neşesi ile sokak çalgıcıları yanaştı, büyük bir iştiyakla darbukalarına vurmaya, hep bir ağızdan şarkılar söylemeye başladılar. Masada o gün pek de tadı olmayan bir kadın, önce çalgıcıların bahşişini dağıttı, ardından kederine iyi gelecek bir şarkı istedi, rakısını yeniledi ve gözlerini kapatıp kendisine çalınan şarkıya kulak verdi. Ardından bir başka kadından bir başka şarkı isteği geldi, danslar edildi, masanın neşesi sokağa taştı. O sırada ben masanın en ucunda, kaskatı omurgamla dimdik oturuyor, zoraki bir tebessümle sokağın neşesine eşlik etmeye çalışıyorum. Bir dünyanın kapısı aralanıyor fakat diğer kapı kapanmıyor, oranın sessizliği, neşesizliği, kaskatı omurgaları, asık yüzleri ve kuralları bir anda toz bulutuna dönüşmüyor. Bu iki dünya arasındaki duvarları görüyorum ve o sınırların tam ortasında öylece durup tüm bunlar üzerine düşünüyorum.
Masanın bir ucunda olan deprem, masanın diğer ucunu aynı şiddette sarsmıyor. Kafası karışanlar, kabulleri ve önyargıları zorlananlar en nihayetinde yer değiştirmiyor, dünyalar arası seyahate gönüllü olmuyor. Ben, bir istisna olarak hayatlarına dokunuyorum. Doğru ve iyi bir istisna olmak ile, “bizden biri” olmak arasında bir yerde kalıyorum. Küçük bir grup ise “biz” ve “onlar” denen, içinde yaşadığımız toplumun en esaslı fay hattı olan bu iki dünya arasında, gri bir alanda buluşmaya gönüllü oluyor. Burası hem bir müşterekler alanı hem de bir müzakere alanı olarak yaşamı birlikte akıtabildiğimiz, güvenli ve sahici bir iklime dönüşüyor. Bu iklimde kimsenin omurgası kaskatı değil, sırtlarımız arkamıza yaslı ve gevşek.
O alanda omurgalarımız gevşedi ve arkamıza güvenle yaslandık. Sonra hayat diğerleri için bildikleri gibi aktı. Çünkü alışkanlıklar çemberinden çıkabilenler, o çemberin sınırlarına en yakın oturanlar oldu. Bir kez o çemberden çıktıktan sonra, kimsenin hayatı için büyük bir meydan okuma yaşanmadı, öyle ki; hikayenin nasıl başladığını unuttuk ve aramızda artık bir “fark” kalmadı. Dışarıdan bakıldığında “tuhaf” bulunan bu dostluk tüm olağanlığıyla ve aleladeliğiyle akmaya başlayınca, benim içimde kurduğum ve kendi değişim hikayemle karşılıklı oturduğum masada da omuzlarım gevşedi. Bu fani hayatı hem kendime hem Tanrı’ya duyduğum sorumlulukları omzumda bir yük olarak taşımayacağım şekilde yaşamak için bir yol bulabileceğime inandım.
Gecenin sonuna doğru, pek çoğuyla bir daha aynı masada bulunmayacağımı bilerek vedalaştım, yüzüme çok sahte bir gülüşün oturduğu hatıra fotoğrafları çekildik, nihayetinde evlerimize dağıldık. Pek çoğuyla kendi dünyalarımıza dağıldık ve bir daha yaşamı, günü ve anı birlikte akıtmaya teşebbüs etmedik. Bu hikaye alışkanlıklar ve ezberler duvarına tosladı, şimdi aramızda gerçek bir “fark” açıldı. Pek az kişinin hayatına ise yeni bir benzerlik tanımı düştü. Bizim değişimimiz Türkiye’nin siyasi tarih seyri bakımından oldukça “tuhaf” duran bir dostluk ile başladı. Başörtümden fırlamış saçlarımı düzelttim ve bir meyhanenin orta yerinde, kamusal hayatın paylaşımına, birlikte yaşama, müştereklere, politik bir zemin olarak inşa ettiğimiz dostluklara dair düşündüm. Değişime ve bizi değiştiren yaşamsal eşiklere iman ettim.